William James’den İnanma İstenci // Part 2

Temmuz 16, 2025
9 Dakika Okuma Süresi

Makalenin bu bölümünde William James, yalnızca bilim insanlarının değil, her düşünen bireyin sorgulaması gereken temel bir meseleyi ele alıyor.

Bizi, inancın ne olduğu ve bilimsel kanıtların inanmak için gerçekten yeterli olup olmadığı üzerine düşünmeye davet ediyor. Metnin ilk kısmında James; Clough, Huxley ve Clifford gibi bazı düşünürlerin inancı yalnızca kanıtla temellendirilebilecek bir şey olarak gördüklerini aktarıyor. Bu görüşe göre, kanıta dayanmayan bir inanç ahlaki çöküşe, hatta patolojik bir duruma yol açabilir. İlginçtir ki bu tartışma, günümüzde de hâlâ geçerliliğini korumakta.

Psikolog adayları olarak, bu noktada üzerimize düşen görevin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Zira James, bu tür eleştirileri aşırı katı ve indirgemeci bulur. Her şeyin akıl ve içgörüyle belirlendiği varsayılsa da, James’e göre pratikte inançlarımızı şekillendiren asıl etkenler çoğunlukla duygularımız, alışkanlıklarımız, önyargılarımız, içinde yaşadığımız kültür ve sosyal çevredir. Çoğu zaman, bir fikre — bilimsel bile olsa — neden inandığımızı tam olarak bilmeyiz. Davranış ve psikopatoloji, bazı yaklaşımlara göre esas olarak biyolojik etmenlerden, bazılarına göre çevresel etmenlerden kaynaklanmakta; bazı kuramlar ise her iki etmenin etkileşimini temel almaktadır. Peki, temelde bizi farklı inançlara iten şey nedir?

James’e göre, çoğu zaman “hakikat” dediğimiz şeyin ardında saf akıldan çok toplumsal onay, arzularımız ve kültürel yapılar yer alır. Çünkü bilim de insan gibi değişen, dönüşen ve gelişen bir yapıdır. Bugün doğru bildiğimiz bir şey, yarın geçerliliğini yitirebilir. Bilim bu belirsizliği kabullenir, fakat biz — yani bilimin yoldaşları — zaman zaman bilimi savunacağım derken onun karşısında konumlanabilir, hatta hakiki bilim savunucularını sahtekarlıkla suçlayabiliriz. Unutmamak gerekir ki kanıt bugün vardır, yarın yoktur. Psikoterapi alanı bile Freud’la başlamış, zaman içinde ona yöneltilen eleştirilerle değişmiş, ancak ileride hangi yöne gideceğini kimse kestiremez.

James için önemli olan, bazı durumlarda kanıt ortaya çıkmadan önce karar verebilme cesaretidir. Tanrı’ya inanmak, ahlaki bir yükümlülük almak ya da bilimsel bir teoriyi ilk kez öne sürmek gibi eylemler, aklın tam anlamıyla yol göstermesini beklemeden kararlılık gerektirir. Demem o ki, James özellikle biz psikolog adaylarını düşünmeye çağırıyor. Hepimiz “bilimin ışığında yürümek gerektiğini” biliriz, ama o ışığın gerçekte ne anlama geldiğini gerçekten bilir miyiz? İşte tam da bu noktada, sizi William James ile baş başa bırakıyor ve her birimizi, inancın, bilginin, hakikatin doğasını ve hatta James’in bu söylediklerini de birlikte sorgulamaya davet ediyorum.

    • ÇN

O halde, kendi irademiz uyarınca inanmaktan bahsetmek, bir açıdan bakıldığında, tek kelimeyle saçmalık gibi görünür. Başka açıdan bakıldığındaysa, saçmalıktan da beterdir, düpedüz rezalettir. Eğer ki biri Fen bilimlerinin muhteşem yapıtının zamanında nasıl inşa edildiğine bakacak olursa; temelinde hangi binlerce çıkarsız ahlaklı hayatın gömülü olduğunu; tercihlerin dizginlendiği, dış olgunun buzlu kanunlarına boyun eğildiğini, sabrın ve ertelemenin işlendiği taşı toprağın nasıl da kişiler üstü durduğunu görür. Bilimin çetin ve erkekçe okulunda yetişenlerin, böyle bir öznelciliği kusmak istercesine reddetmeleri bizi şaşırtmalı mı? Bilim okullarında yetişmiş tüm bağlılık sistemleri buna hoşgörü gösterilmesine ölümüne karşıdır; öyle ki, bilimsel hararete tutulmuş kişilerin karşı uca savrulmaları ve zaman zaman namuslu doğruya bağlı zekanın yerine duygularına karşı kayıtsız kalarak acılığı ve kabul edilemezliği müspet bir şekilde tercih edecekmiş gibi yazmaları da bu sebeptendir.

Güçlendiriyor ruhumu

Ben yok olsam da

Hakikatin devam ettiğini bilmek

der Clough, ve o sırada Huxley haykırır: “Tek tesellim şudur ki, gelecek kuşakların ne kadar kötü olursa olsun, inanmak için hiçbir gerekçelerinin olmadığı bir  şeye inanıyormuş gibi yapmamalarını söyleyen basit kurala sadık kaldıkları sürece (zira böyle yapmak onların yararına olabilir) ahlaksızlığın en dip köşelerine ulaşamayacaklardır.” Ayrıca harikulade yaramaz çocuk Clifford ise şöyle yazar; “İnanç, müminin tesellisi ve hazzı için kanıtlanmamış ve sorgulanmamış ifadelere kendini kaptırdığında tahkir olur,.. Her kim bu meselede yoldaşlarının takdirini hak ederse inancının saflığını herhangi bir zamanda değmeyecek bir obje üzerinde dinlenmesin ve silinmeyecek bir leke tutmasın diye gözü dönmüş bir bağnazlıkla kıskanç bir özenle korur… Eğer  inanç yetersiz bir kanıt üzerinden kabul edilmişse [Clifford’ın aynı sayfada açıkladığı gibi bu inanç gerçek olsa bile] alınan haz çalınmış bir haz olacaktır… Bu tür bir inanç günahtır, çünkü insanlığa karşı görevimizi hiçe sayarak çalınmıştır. Bu görev, kendimizi kısa sürede kendi bedenimizi ele geçirebilecek ve ardından tüm kasabaya yayılabilecek veba benzeri inançlardan korumaktır. Yetersiz kanıta dayanarak herhangi bir şeye inanmak her zaman, her yerde ve herkes için yanlıştır.

III.

Tüm bunlar, Clifford’ın yaptığı gibi sesinde aşırı gür ve acıklı bir ses tonuyla ifade edildiğinde bile, insanın gözüne gayet sağlıklı görünüyor. İnancımız hususunda, özgür irade ve basit dilekler gerçekten de dışlanıyormuş gibi görünür. Lakin herhangi biri; dilek, istenç ve hissi tercihler kanatlanıp uçtuktan sonra geriye kalanın entelektüel içgörü olduğunu ya da sonrasında görüşlerimizi belirleyen şeyin saf akıl olduğunu varsayarsa, olgulara oldukça doğrudan bir şekilde karşı gelmiş olur.

İstençli doğamızın hayata geri getiremeyeceği şey, yalnızca bizim halihazırdaki ölü hipotezlerimizdir. Ancak onları bizim için ölü kılan şey, ekseriyetle, istençli doğamızın düşmanca türünden önceki bir eylemidir. ‘İstençli doğa’ dediğimde, yalnızca artık kaçamayacağımız inanç alışkanlıkları oluşturabilecek türde kasıtlı istemleri kastetmiyorum –  kastettiğim korku ve umut, önyargı ve tutku, taklit ve partizanlık, kastımızın ve çevremizin baskısı gibi inancın tüm sebepleridir. Aslına bakarsanız kendimizi nasıl ve neden olduğunu pek bilmeden inanıyorken buluyoruz. Bay Balfour, entelektüel iklimden doğan bizler için hipotezleri olanaklı ya da olanaksız veya canlı ya da ölü kılan tüm bu etkilere ‘otorite’ adını verir. Burada, bu odada, bizler hiçbir şekilde tutarlı yanı olmayan nedenlerden ötürü moleküllere ve enerjinin korunumuna, demokrasiye ve zorunlu ilerlemesine, Protestan Hristiyanlığa ve ‘ölümsüz Monroe’nun doktrini’ için savaşmaya inanıyoruz. Biz bu meseleleri inanmayan birinin sahip olabileceği kadar içsel netlikle görmüyoruz. Hatta büyük ihtimalle ondan çok daha ilkel bir şekilde görürüz bunu. Onun gelenek dışılığı, vardığı sonuçları haklı gösterecek bazı gerekçelere sahip olabilir; bizim için ise kıvılcımı ateşleyip içimizdeki uyuyan inanç cephanelerini aydınlatan şey içgörü değil, bu görüşlerin taşıdığı itibardır. Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzumuz için, aklımız çoğu zaman yalnızca şu kadarıyla tatmin olur: Eğer biri inancımızı sorgularsa, savunmak için ileri sürebileceğimiz birkaç argümanımız olsun yeter. Bizim imanımız, bir başkasının imanına imandır ve en büyük meselelerde durum çoğu zaman böyledir. Söz gelimi, hakikatin gerçekten var olduğuna ve zihnimizin onu kavrayabilecek şekilde yaratıldığına dair inancımız, sosyal sistemimizin arkamızda durduğu, arzunun tutkulu bir olumlamasından başka nedir ki? Bir hakikatimiz olsun istiyoruz; deneylerimiz, çalışmalarımız ve tartışmalarımız bizi devamlı olarak daha iyi bir konuma getirmesi gerektiğine inanmak istiyoruz; bu çizgide düşünen hayatlarımızla kesin bir sonuç alana kadar kavga etmeyi kabul ediyoruz. Ancak bir pyrrhonist şüpheci bize bunların hepsini nasıl bildiğimizi sorarsa, mantığımız bir yanıt bulabilir mi? Hayır! Kesinlikle yapamaz. Bu sadece bir iradenin başka bir iradeye karşı durmasıdır — biz, onun yapmak istemediği bir güven veya varsayım üzerine yaşamaya razıyız.[1]

Kural olarak ihtiyaç duymadığımız olguların ve teorilerin hiçbirine inanmıyoruz. Clifford’ın kozmik duyguları, Hristiyanlıkta hiçbir karşılık bulamaz. Huxley piskoposları yerden yere vurur çünkü kendi hayat tarzında ruhbanlığa gerek yoktur. Bilakis, Newman Roma Katolikliği’ne [2] kayar ve orada kalmak için her türlü sebebi güzel bulur, çünkü onun için rahiplik sistemi organik bir ihtiyaçtır, bir sevinçtir. Niçin bu kadar az ‘bilimci’ bile, telepati diye adlandırılan şey için kanıt arıyor? Çünkü onlar – bir zamanlar bu düşünceyi benimle paylaşmış, artık hayatta olmayan önde gelen bir biyoloğun da düşündüğü gibi – böyle bir şey doğru olsa bile, bilim insanlarının bunu bastırmak ve gizli tutmak için birlikte hareket etmeleri gerektiğine inanıyorlar. Bu, doğanın monotonluğunu ve geriye kalan her türlü şeyi mahvederek bilim adamlarının araştırmalarını devam edilemez hale getirirdi. Ancak yine bu adama, bilim adamı olarak telepati ile yapabileceği bir şey gösterilseydi, kanıtları incelemekle kalmaz, hatta yeterince iyi bile bulabilirdi. Mantıkçıların bize dayatmış olduğu bu aynı kural (burada istençli doğamızı reddeden kişilere mantıkçı adını vermeme izin verirseniz) hiçbir yararı sağlayamayacağına kanaat getirdikleri bütün öğeleri dışlama konusundaki kendi doğal isteklerinden başka bir şeye dayanmaz.

Açıkça görülüyor ki, entelektüel olmayan doğamız inançlarımızı etkiler. İnançtan önce ve sonra devreye giren tutkusal eğilimler ve istemler vardır, ancak yalnızca sonradan gelenler söz konusu olduğunda artık tren çoktan kaçmıştır. Öte yandan, inançtan önce devreye giren tutkular kendi yolunda işlemeye devam ettikçe, hâlâ geç kalınmış sayılmazlar. Pascal’ın argümanı zayıf olmak bir yana, adeta sağlam bir perçinleyici gibi işler ve ayinlere ya da kutsal suya olan inancımızı tamamlamak için gereken son dokunuşu sağlar. Durumun basit olmadığı ortadadır; saf içgörü ve mantık, her ne kadar ideal koşullarda etkili olsa da gerçekte mezheplerimizi (ya da inanç sistemlerimizi) ortaya çıkaran tek şey değildir.

IV.

Bu karmaşık durumu kabul ettikten sonraki görevimiz, bu olgunun sadece kınanacak ve patolojik bir sapma mı olduğunu, yoksa tam tersine, zihinsel karar süreçlerimizin doğal bir parçası mı sayılması gerektiğini sormaktır. Savunduğum tez kısaca şudur: Tutkulu doğamız, savlar arasında bir seçeneğe yalnızca yasalara uygun şekilde karar verebilir olmakla kalmaz, aynı zamanda karar vermek zorundadır — eğer söz konusu olan, doğası gereği entelektüel zeminde karara bağlanamayacak içten bir seçenekse. Zira böyle bir durumda “Karar verme, soruyu açık bırak” demek dahi başlı başına tutkulu bir karardır — tıpkı “evet” ya da “hayır” demek gibi — ve bu da aynı riskle, yani hakikati kaybetme riskiyle birlikte gider. Soyut biçimde ifade edilen bu tezin kısa süre içinde oldukça netleşeceğine inanıyorum. Ancak öncelikle biraz daha ön hazırlık yapmam gerekiyor.

William James tarafından yazılmıştır.

Çeviri : Ege Cansın Aydoğdu

Editör: Hüseyin B. Demirel

 

Kapak görseli: Caspar David Friedrich, Deniz Kenarında Keşiş (1808–1810)

[1] S. H. Hodgson’ın “Time and Space,” Londra, 1865’teki hayranlık uyandırıcı 310. sayfayla karşılaştırın.

[2] Katolikliğe hakaret etmek için kullanılan bir kelime

Social Minds

Sosyal biliş alanına ilgi duyan, psikolojiye merakla bakan bir grup lisans öğrencisiyiz.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son Yayınlanan Çeviriler

Neden Bronz Madalya Kazanlar Gümüş Kazananlardan Daha Mutlu?

Günün sonunda, dünyada  sadece ikinci boksör ya da ikinci kürekçi olduğu  için ölümüne utanan bir adamın paradoksuyla karşı karşıyayız. 1 kişi hariç dünya nüfusunun tamamını yenebilmiş olması bir şey ifade etmez; o bir kişiyi yenmek için kendini ” sınamıştır ” ve bunu yapmadığı sürece

Akıllı telefonlar: Refah için bir tehdit mi?

Günümüzde akıllı telefonlar hem iş hem de özel hayatımızda kaçınılmaz bir rol oynuyor gibi görünüyor. Bununla birlikte, telefonun işle ilgili kullanımı söz konusu olduğunda akıllı telefonlar iyileşmeyi engelleyebilir ve bu nedenle refahımız için bir tehdit oluşturabilir. Post Views: 40

Kaçırmayın!